29 Mart 2018 Perşembe

SONRA..



Senden nefret ediyorum,diye bağırıp şah damarıma  bastırdı yeni bileği kokusu burnuma kadar gelen bıçağı ve ben benden ciddi şekilde nefret ettiğini anlamıştım. Hayır!Dur, demeye varmadan nefesimin birden bire bir balon gibi boğazımda şiştiğini hissettim. Boynumdan aşağı erimiş lav akar gibiydi oysa parmaklarımın uçları çoktan donmuştu. Sonra …

Yaşamın bir yarış olduğunu söyledi Bekir otobüste giderken. Nereye gittiğimizi bilmeyen bir bakış vardı Selda’nın gözlerinde. Üç arkadaş hayatın bizim için kurguladığı senaryoyu oynamaya gidiyorduk. Nasıl bir akşam kahve içmeye giderken başlayıp, hastaneye doğru yol alırdı ki?Kan bankası yazan tabelanın altından geçtiğimiz vakit burun deliklerime kan kokusu doldu. Bu koku …


-Allahu Ekber, Allahu Ekber, La ilahe İllallah..
+Vekaletimi verdim kabul ediyor musun?
-Kabul ettim. Kabul Ettim. Kabul ettim.
+Bismillahirra…..
Gerisini duyamazdım, dudakları kıpırdardı. Dedemin o derin inançla çektiği besmeleyi kendi dudaklarımda  hissederdim. Kurban bayramı bizim evde coşkuyla mübarek olurdu.Aslında bizim tüm  çevrede öyleydi-öyle olduğunu sanırdım.
Bozdağlar’a şöyle bir sırtını vermiş, ovaya hafiften eğilmiş böyle yamada hızını almadan  durup kalmış yüz kadar ev. Bir de cami. Hani şu Mustafa Amca’yı Allah sandığım çocukluk günlerimin sabah ezanına müteakip, babaannemlerin evine koştur koştur, nefes nefese kendimi attığım sabahlarına neden olan evimize çok da uzak olmayan o cami. Bir zamanlar  nasıl korktuğumu ve koştuğumu hatırlıyorum da niçin o kadar korkardım ki. Çocukluk işte..
Mahallemiz köyün girişindeydi ve öylece de bitmezdi. Bizim mahallenin yolunu saatlerce  eşekle ya da yayan gitsen  önce dağlara, sonra dağların ardında bolca yağmur alan bir köye erişirdin. Bence o yolun bezirgan başı gibiydik. Onun için hep ayrıcalıklı olduğumuzu düşünürdüm.  Mahallenin o ezanlı sabahlarda beni asıl korkutan yeri eskiden cenazelerin kalktığı, şimdilerde dibek denen; yuvarlak ve düz bir su arkına benzeyen hayvanların su içtiği, büyükçe, çeşmeli yalaktı.
Bizim kapıdan dışarı çıkıp aşağı bakarsan yılların su sesine yorgun düşmüş uyurken fısır fısır ses çıkaran bir canavar görürdün, görürdüm. Ve tam bu ana tanık olduğum sırada camiden ezan Allahu Ekber derdi ve ben ardıma bile bakmadan sanki o yorgun canavar ezan sesiyle uyanıp beni fark etmiş de o uzun sessizliğine beni esir edecekmiş, nefesini ensemde hissede hissede son sürat koşardım.Son atlayışı babaannemlerin renk skalasında bile yeri olmayan bir maviye boyanmış büyük demir kapısının hizasına atardım.
Gız sen gudurdun mu? Ne goşuyon deli deli, diye kızardı babaannem. Bizim koşuşumuzu hiçbir zaman sevemedi zaten evde. Kafası sesi kaldırmazdı ve yılların acıları yüzüne yapışmış gibiydi, pek güldüğü görülmezdi
Mahalle bize ait gibiydi. Dedem, iki erkek kardeşi, bir ablası, babası bu mahalleye yerleşmişler. Bütün mahalle bizim soyadımızı taşıyordu ya da enişte, emmi, dayı çocuğu gibi sıfatlar  taşıyorlardı. Evlerimiz sırt sırta, balkonlarımız ağız ağza, kapılarımız karşı karşıyaydı. 
Her şey o kadar iç içeydi ki, kim kimle kavga etse,kim kime küfretse, kim kime kalleşlik etse duyulurdu, bilinirdir. Hemen pencere ağzında, kapı ardında fiskos edilir zaman zaman “ ohh, iyi oldu’’lar çalınırdı kulağıma. Güzel sözler ise büyük harflerle söylenmezdi, sevgi mahrem bir şeydi. Neden böyleydi ki? Şimdi ne kadar garip geldi.. Ama yine de biz bize idik . Enteresan bir yerdi bizim mahalle. Hem herkes kandaşın, can yoldaşın; hem herkes kanlın, can düşmanın.Hasmın. Gerçek hayatın bir ön gösterimiymiş oysa.
Dedem besmelesini çeker, önceden bileğisi özenle yapılmış  bıçağı koçun boynuna dayardı. Yere yan yatırılmış  koçun başı kıbleye bakardı. İki ön ayağı ile üste gelen arka ayağı sıkıca kalın bir iple bağlanır, alttaki arka bacağı serbest bırakılırdı. Canı oradan çıkıp gidermiş çünkü öyle demişti babaannem bir hevesle sorduğum vakit. Bir de koçun bir kulağı ile gözü kapatılırmış ki bıçağı görüp öleceğini anlayıp korkmasın diye hayvancağız. Ne nazik bir düşünce ..
Koçun boynuna dayadığı bıçağı sertçe bastırarak kendine çeker ve bir hamlede kan volkan gibi, tazyikli su gibi fışkırırdı koçun boğazından -şimdi hissettiğim gibi- bir nefessizlik hali ve can havli.
O yıl tüm sene kendime arkadaş ettiğim annemin ekti demesiyle adı Ekti kalan benim çapar arkadaşımı kesti dedem. Aylarca et yiyememiştim, hatırlıyorum. Dedemi uzun zaman Ekti’yi kestiği için suçlamıştım. O bana “Ekti seni cennette bekliyor. Kanatları oldu onun, seni köprüden sırtında uçarak geçirecek.’’ demişti.
Sahi Ekti beni orada karşılar mı şimdi?
Babamlar dört kardeşti ve sanırım haklı idi Hasan Ali “Babalarımız alınlarımıza yazılış yalnızlıklardır.’’ Çünkü babam hep yabandı, hep yalnızdı o ailede. Dedem mutlak bir otorite amcamlar yardımcı kuvvetler babamsa orada kalmaya zorlanmış bir gurbet esiri. Annemi de esir almışlar sonralarında ve bizi esirlik, ait olmama duygusu doğurmuştu kardeşimle. Bundan eminim. Başka açıklaması olamaz bu yaban kalışların. Biz dört sandalye bacağı hiç ait olamadık o mahalleye.
Çocuk ruhuna tırnaklarını geçiren bu yabanıllık sen oluyormuş bir zaman sonra ve ben şimdilerde o mahalleden yüzlerce kilometre uzaklıkta Bekir’in sevgisizlikten dem vurduğu şu an da titreyerek, kelimeye ve kelimenin hissine yabancılığımı belli etmiştim. Lakin sadece Bekir’in gören gözleri görmüştü bu titremeyi.Sahi Bekir nasıl görmemişti boynuma dolanan bu eli, gırtlağıma dayarken bileğili bıçağını.
Ekti’nin kesildiği bayramdan Sonra ne de hızlı geçmişti zaman. Her şey birden eskimişti. Dedem apak olmuştu, abdest alırken sıvazladığı ensesindeki çizgiler derinleşmiş; babaannem daha da küçülmüştü, kalp çarpıntıları artmış, ağrırlı azmıştı.
Filmlerdeki gibi olmuştu. 20 yıl sonra yazar da her şey ruhunu kaybetmiş gibi olur ya öyle olmuştu o seneden sonra. Dedemin evinde bin bir telaşla kesilen yenilen dağıtılan kurbanlar o neşeli sesler, bir anda pulunu dökmüş kapkara kalmıştı.
Biz büyümüştük.




Çoçukluğumla arama yirmili yıllar koyduğum bu gecenin hastanede bitmesine şaşırmıştım. Şaşırmamalıydım insanlara yardım etmek gerekliydi hangimiz yardıma ihtiyaç duymuyorduk ki. Selda kan vermişti biz de ona refakat etmiştik. Ama yine de ortalık kan kokuyordu. Ağır bir demir kokusu sızlatıyordu burnumu.
Bekir’in omuzlarına yorgun bir baykuş gibi tünemişti yalnızlık.



 Eve aceleyle gelmiştim. Kafamdaki sorunların hepsini çözmüş gibi aceleyle geldim.Yalnızlığım, yabanıllığım, aidiyetsizliğim hepsi o kadar yoktu ki sanki yıllardır insan nefesi girmemiş gibi toz içinde idi sandalyeleri ve kıpırtısızdı masa örtüsü. İçerisini görünce yüzyıllar gezmiş gelmiş gibi hissettim kendimi, odanın bu kadar sesiz olmasına alışkın değildim. Çünkü her akşam beni tam şurada, hislerimin ayrı ayrı oturduğu masanın başında, bir kadın karşılardı .Onu gördüğüm her vakit irkilirdim. Aynadaki Ben’e ne çok benzediğini düşünüp kendi kendime aslında benim bana pek de benzemediğini mırıldanırdım.Benden nefret ederdi, bilirdim. İnsanın kendinden nefret etmesi mümkündü bunun patalojik bir durum olması aklıma gelmemişti.
Eve geldiğimde tüm duygularım içimde idi ama aynadaki yüzüm yoktu. Evet vestiyerdeki ayna bunu bağırıyordu bana da duymuyor gibiydim. Yüzün yok, sen sen değilsin.
Senden nefret ediyorum,diye bağırıp şah damarıma  bastırdı yeni bileği kokusu burnuma kadar gelen bıçağı ve ben bende ciddi şekilde nefret ettiğini anlamıştım. Hayır!Dur, demeye varmadan nefesimin birden bire bir balon gibi boğazımda şiştiğini hissettim. Boynumdan aşağı erimiş lav akar gibiydi oysa parmaklarımın uçları çoktan donmuştu. Sonra …


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yeniden mi?

Bunu yazmanın erken olduğu kanısındayım ama yine de yazacağım. Dün uzun zaman sonra dışarı çıktım ve insanlara karıştım. Onlarca çi...